Siyaseten gerilen ilişkiler… Diplomaside yaşananlar… İş dünyasını tedirgin eden beklenmedik çıkışlar… Referanduma kilitlenen Türkiye… Tüm bunlara karşın yaşam devam ediyor.

Dövize endeksli bir ekonomide yaşıyoruz, üretiyoruz, rant gelirlerine bakıyoruz, işçinin en azla yetinmesini sağlıyoruz, bilginin hızla tüketildiği bir ortamı görüyor ve yetişmeye çalışıyoruz. Dün bulunan yeniliklerin yerine hemen yenisi geliyor. Yerimizden kalkmadan satış yapıyor; müşterilerle cep telefonundan konuşuyor, siparişleri veriyor, lojistik firmalarıyla iletişime geçiyoruz. Otomobilimize biniyor ve en kısa yoldan trafiğe takılmadan toplantılara yetişmeye gayret ediyoruz. Yerel yöneticilerin açıklamalarını kaydediyor ve satır aralarına bir kez daha bakıyoruz. Beklentilerimizin çıtası çok yüksek; Bir türlü tatmin olamıyoruz ve robotlarla donatılacak yeni bir dünyaya hızla sürükleniyoruz…

Almanya’ya 1960’lı yıllarda başlayan işgücü göçü, zaman içinde yavaşladı. Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşıyan 5 milyona yakın insanımız var artık yaban ellerde… İkinci ve belki üçüncü nesil Türkiye’yi istedi, ‘babalar çocuklarını yabancılaşmaması için” Türkiye’de okula gönderdi. Sonraki nesiller ister istemez Alman gibi yaşamaya başladı. Orada siyasete girenler yerel yönetimlerde görev aldılar ve Türkiye’yi eleştirmeye bile başladılar… Neo Nazilerle çatıştılar, Türklerin oturduğu evler yakıldı, camilere saldırılar oldu, yılmadılar… Çalıştılar, kazandılar, işyerleri açtılar. Entegre olanların yanı sıra Cemalettin Kaplan (rahmetli) ve Fethullah Gülen taraftarları özgürce hareket ettiler. Alevi-Kürt Federasyonu üyeleri ile Bozkurtlar da çok güçlü örgütlenmelere gittiler. Türkiye’deki akrabalarını yanına alanlar, gece kulüpleri açarak eğlence sektöründe çığır açanlar, vakıf kuranlar, restoran zincirlerine sahip olanlar derken Almanlar uyandı… Uyandırıldılar ve sokakta sıkıntılar arttı… Daha azla yetinen Türkler, Arnavutlar, eski Yugoslavya’dan gelenler, Boşnaklar, Bulgaristan ve Yunanistan’dan gelenler, Sırplar, Romanlar, Slovaklar, İtalyanlar doldurdu her yeri… Afrika kökenlileri hiç saymıyorum; İnanılmaz göç aldı orta Avrupa… Kol kuvveti yerine beyin teri akıtanlarda sorun yoktu ancak düşük maşlarla çalışan göçmenler Almanların rahatını bozdu ve sağcı partiler pıtrak gibi arttı. ‘Türken Raus’ yazıları yazıldı duvarlara…

Temel girdilerini Avrupa’dan alan Türkiye bu aşamada atağa kalktı. Serbest Bölgeler kuruldu, AB yasalarına benzer ikiz yasalar çıkarıldı, Avrupalılar yatırıma geldiğinde kapılar açıldı, yasal düzenlemelere gidildi, kaynaklarımız onlara sonuna kadar açıldı. Her istekleri hemen hemen yerine getirildi. Vergi düzenlemeleri yabancı lehine yapıldı, arsalar beğendikleri yerlerde emirlerine hazırdı. Valiler devreye girdi, yatırım yapacak olanlarla toplantılar gerçekleşti. Doğalgaz onlara verildi… Elektrikte söz sahibi olmaları an meselesi. Suyumuza bayıldılar ve şişeleme tesisleri kurdular. Otomobil markası olmayan Türkiye’ye dünyanın en pahalı araçlarını pazarlamayı başardılar.

Askeri malzemelerdeki üstünlüklerini bir silah gibi kullandılar. Gemi, uçak, zırhlı araç, tank, mayın, füze, ağır makineli, taşıyıcı, helikopter gibi bir ordunun olmazsa olmazlarını sattılar bize. İlişkiler gerildiğinde “mühimmat vermediler” ama teröre yardım ederek diz çökmemizi istediler. Türkleri tanıyorlardı; çabuk sinirlenen, sinirlendiğinde doğru karar veremeyen bir mizacımız olduğunu biliyorlardı… Türk ve Kürt çocuklarının rüyalarını satın almışlar, psikiyatri uzmanlarıyla çözümü keşfetmişlerdi. Azınlık olmayan asli unsurlara el atarak “milliyetçi duyguları” okşamışlar; Kalkanı da bir yerlere yönlendirmişlerdi… Sınırlar kevgirdi zaten, giren çıkanı kontrol çok zordu. Dağlar kime mesken olacaktı belliydi… Üzerinde çalıştıkları kişileri takip ettiler, vakıflar yoluyla beslediler, okullarında eğittiler. İşçi olarak gidenler birer uzman haline gelmişti, kullanmaya uygun olanları kullandılar. 1923 yılında ‘Çağdaş Türkiye’ idealiyle yola çıkan Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının insanların gönüllerinden silineceğini sandılar, saldıranları ödüllendirdiler. Bir nebze başarı elde ettiler…

Fransa da boş durmadı; Diyarbakır başkent oldu onlara… Fransızca konuşanlara rastladım ben Diyarbakır’da… Sonra dünyaya İslam düşmanlığı pompalandı. 11 Eylül’de Müslüman çocuklar ve Bin Ladin suçlandı. Uyuyan Hristiyanlarauyumayın” mesajı gitti… Daha sonra DAEŞ denilen; siyah giyinmiş çocuklar hasıl oluverdi… Görüntüleri berbattı ve kafa kesiyorlardı… Türkiye’ye komşu (!) olduğunu sandığımız ülkelerle ilişkiler bitiverdi… Rafta yer kalmadı…

Türkiye artık geri dönülemez bir noktaya doğru gidiyor. Atılacak her adımın, her ‘oy’un değeri çok büyük.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir