Bursa’da çıta yine yükseldi
Bir insan için “Bir gün önce ya da bir gün sonra ne fark eder?” diye başlayan tümceler, ülkeler söz konusu olduğunda “ha 10 yıl önce ha 10 yıl sonra” diye devam etse bile aslında süreye ve mekana bağlı gelişmeleri anlatması açısından çarpıcı sonuçlar doğurur. Kalp krizi geçiren kişi için dakikalara kadar inen zaman kavramı, örneğin ülkenin kalbi konumundaki enerji yatırımlarına ayrılan süreyi 10 yıla kadar genişletebilir.
Daha yavaş olanla daha hızlı olan arasında her gün biraz daha açılan makasın kapanması ise sadece karar verenle yapan arasında geçen konuşmanın ve atılan imzaların arkasındaki gerçekleri bilmeye kadar gider. Bazen elinizde olanı korumak istediğiniz anlar, bazen geleceğe olan inancınız gereği yapmanız gerekeni yerine getirdiğinizde aldığınız haz, bazen de sadece iç huzurunuz için attığınız adımlar önem kazanır.
Son 40 yılda sönmeyen yıldızını arayan Bursa; logosuyla, sularıyla, tarumar edilen ovasıyla, betona doymayan müteahhitleriyle, kar yağışı olduğunda yakılan lastik ve kömürleriyle, hemen her yağmurda tavanı akan çarşılarıyla, nereden geçmesi gerektiği bir türlü kavranamayan hızlı treniyle, çarpışacak otomobillerin duvarını nereye öreceğine karar veremeyen büyük adamlarıyla, 3 bin yıllık tarihi eserlerinin üzerine kurduğu alışveriş merkezi ve evleriyle, sürekli kat sayısı artan mahalleleriyle, arı duru akamayan dereleriyle, gördüğü her yeşil alanla ilgili düşünceleri olan yöneticileriyle, kıyılarını daha yeni yeni keşfeden halkıyla, sürekli sanayi bölgeleri üreten girişimcileriyle, bir başka kentli olmanın prim yapmasına göz yuman anlayışıyla nereye kadar gidebilir ki… Kaybettiklerini bilmeden, hissetmeden, konuşmadan ve tepki vermeden… Yaşamanın sadece nefes almak olduğunu sanan binlerce kişiyle nereye kadar kol kola girebilir Bursa.
Depremle ilgili olarak cami içindeki ya da dışındaki duvarlardan birine, bazen de birkaçına monte edilen silindir biçimli taşlara “yatır” alışkanlıklarıyla yaklaşan, bu taşları çevirerek dilek tutan bir Bursalı güruh gerçeğinden yola çıktığımızda; karşımızda her şeye evet diyen, her şeyi kabul eden, herkese inanan, çocuk ruhu ve davranışlarına sahip, günlük koşuşturmalar içinde, televizyon manyağı, internet budalası, telefon kabadayısı, bulduklarıyla yetinen ve aslında ot gibi yaşayan binlerce insan bulmak mümkün. İçtiği suyun neden pet şişede olduğu konusunda hemen hiçbir fikri olmayanların cirit attığı bir kent Bursa.
Emekli kenti Bursa’dan emekleyenlerin ve emekçilerin kenti Bursa’ya kaç 10 yılda geldiğimizi düşünmenin zamanı. İstanbullu beylerinin tüm suyumuzu, toprağımızı, insanımızı kullandığı, marka sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen bir kente yazık edilmesi için daha ne yapılmalı, kaç fırın ekmek yemeli, kaç kişiyle kavga edilmeli bilmiyorum. Türkiye’nin ilk otomobil fabrikası açıldığında bayram yapanların ‘neden yerli otomobil üretemediğimiz’ konusunda ağızlarını açmadığını asla anlayamadığım bir kentten bahsediyorum. Şimdilerde yeniden ağzımıza pelesenk olan “Bursa bu otomobili üretir” sözlerini dikkatle dinliyorum. Yetmiyor, “Gökmen Projesi” için atılan imzaların arkasında duranları biraz da cesur buluyorum.
Çünkü, daha trafik sorununu çözememiş, otogarla evim arasındaki mesafeyi 1 saatte aldığım, Kent Meydanı olmayan, Şehir içinde araç park yerlerinden para alınan, hafif raylı sistemindeki arızalar konusunda bilgi verilmeyen, ovasında yetişen gıda ürünleri konusunda kuşku duyduğum bir kentin 34 yıllık yerlisi olarak, çıtanın sürekli olarak yukarıda tutulmasını anlayamıyorum. Kirletici sanayi tesislerine, çimento fabrikasına, kömürlü santrala, arıtma çamurlarına kadar daha onlarca sorunu varken bir kent neden astronot yetiştirmeye kalkar bilemiyorum. Halk oyalanacaksa, halk gururlanacaksa sorun yok. Ama ‘durun bakalım ne olacak’ zihniyetiyle hareket edilirse kaybederiz.